KARALAMA (1)

 

Yağmurlu bir akşamüzeri…

Terkedilmiş bir aşığın cam kırıkları üzerinde çıplak ayaklarla yürüdükten sonra düz bir yolda bıraktığı kanlı ayak izleri. İzleri takip ederseniz gece yarısına doğru yüksek doz mutsuzluk almış terkedileni bulabilirsiniz. Yakasına taktığı beyaz çiçek boynunu çoktan bükmüş, dolunay yarısını kaybetmiştir.

Ve ertesi gün…

Tabiat renklerini kaybetmiş, gökyüzü ne kadar parlak olursa olsun griye dönmüştür artık terkedilmişe… Gülerken gökyüzüne bakan gözleri paralele odaklanır donuk bir biçimde. Artık gri gökyüzü ruhunu boğar da boğar. Kuşların cıvıltısı gürültüden başka bir şey değildir. Ya güneş? Güneş her zamanki görevini yaparken; sıcaklığı ve şefkatiyle sarıp sarmalarken dünyayı, terkedilmiş buz keser. Çünkü terk edeni onun güneşidir. Peki ya zaman? Zaman artık terkedilenin baş düşmanı olmuştur. Ne geçmek bilir, ne geriye döner… Kadehine damlayan ay ışığı ve kederli notalardan başka dayanağı kalmamıştır.

Felaketin eşiğinde mutsuzluk sarhoşu terkedilmişimiz  hissizce bakar tavana. Günün doğumu anlamını yitirmiş, ve perdeler açılmamak üzere kapanmıştır. Ya yaşamsal yükümlülükler? Yatağı bedenini ele geçirmiş ve melankoli girdabına kapılmıştır. Hareket etmek artık onun için imkansıza yakındır. Kırgın bedeni kırılmış ruhunu taşıyamayacak kadar bitkindir.

Sonraki gün…

Terkedilmişimiz gayri ihtiyari yatağından çıktı. Her zaman baktığı aynaya bu defa hayıflanarak baktı. Monoton gereği kahvesini hazırlamak için sendeleyerek mutfağa ilerledi. Gereksiz kederli o sıkıcı melodiyi geveledi. Kahve buharının çekiciliği artık kasvet veriyordu ona. Balkonuna ilerledi, sandalyesine oturdu. Hayranlıkla izlediği gökyüzüne aval aval baktı. Düşündü:

-          “Onunlayken bulduğum benliğimi kaybetme vakti… Artık ilmek ilmek yalnızlığı dokumalıyım kalbime. Bir örümcek ağı gibi ince ve sanat dolu; oldukça güçlü!

Daha sonraki gün…

            İlk günkü kanama artık durmuş, fakat yaralar çok taze ve acılı… Yine pek bir şey yapası olmamasına rağmen çıktı yatağından. Bütün bu ruhsal karmaşanın içinde paketinden çıkardığı sigarasını yakmak yerine kulağının arkasına koydu. O asil adımların yerini aceleci ve ürkek adımlar almıştı. Mutfağa doğru ilerlerken beynindeki uğultulu gereksiz sıkıcı melodi ona eşlik etti.

           Bu süreç daha ne kadar bu şekilde sürecek… Anlatmamı ister misiniz? Ah sonsuza dek! Terkedilmişimiz kalbindeki yüksek surlu kaleye sadece terkedeni almıştı. O gidince renkler, huzur, mutluluk beraberinde gitmişti. Bu ben miyim yani terkedilmiş?  Evet! Yıllar önceden kalmış bir yarımlık. Artık her  mevsim soğuk ve donuk. Artık gökyüzü sonsuzlukla beraber gri. Hayatımın temel renkleri…

            Peki bu yazı daha ne kadar sürer…

Terkediliş sonrasını hatırlamıyorum. Zaman durdu, o anda kaldım. Yani sürer de sürer.

(Takipte kalın)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

ÇAĞININ MELANKOLİĞİ: CHARLES BAUDELAİRE

BENİMLE TANIŞIN !!!